YAZARLAR

Sahipsiz eylem, sahici terör

İçişleri Bakanı'nın ağzından eylemin gerisindeki meşum karanlık güç olarak ABD’nin (!?) açıkça tanımlandığı, bomba lafını duyan çok kişinin ilk tepkisinin "ha, tabiî, seçim yaklaşıyor ya!" olduğu, şimdiye kadarki benzer hadiselerde eylemin “getirisi”nden vazgeçmeden önce epey oyalanan PKK’nin çabucak “biz yapmadık” açıklaması yaptığı ortamda işin içinden çıkmamız kolay olmayacak. Ve bir defa daha sahici terörün sonuçlarıyla yüz yüze kalacağız.

Sanırım bu defa senaryo ya aceleye geldi ya da amaç daha sınırlı, hedef daha basit. Eylemin somut içeriğinin -zaman, zemin- böylesine önemine ve ağırlığına rağmen. İstiklâl Caddesi’nde bomba patlatıp rastgele insan öldürmek, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yapılabilecek muhtemel sahici terör eylemleri listesinde ilk sırayı tutabilir. Elbette Antalya’da çokuluslu bir turist topluluğu, stadyumda sıkışık oturan tribün ahalisi gibi hedefler de toplumu dehşete sürükleyerek şu ya da bu sonucu almak isteyenlere cazip görünebilir, ancak Taksim’in, Beyoğlu’nun, İstiklâl Caddesi’nin, kesintisiz üretebildiği -ve şiddetli, kanlı eylemle kesintiye uğratılan- canlılığın yanısıra, muazzam simgesel önem taşıdığı açık. Simgeselliğine vazgeçilmezliği de eklendiğinde, sahici terör peşindekilerin gözünde yalnız Türkiye’nin değil dünyanın da en ilgi çekici, “bereketli” hedeflerinden biri, üzerinde tepinmek, çekiştire çekiştire façasını bozmak, ruhunu kurutmak için yarıştığımız, o kültürle, tarihle, ikisinin de hem iyisi hem kötüsüyle yüklü cadde.

“Sahici terör” de neyin nesi mi? Çünkü son eylem dahil, birçok olay hakkında konuşurken titizlikle yapmamız gereken ayrıma işaret etmeliyim. Bizde herhangi bir siyasî örgütün herhangi bir silahlı-bombalı eylemi zaten kafadan “terör” sınıfına sokulduğu gibi, bu da yetmiyor, söylenen söz, yazılan yazı, atılan sosyal medya mesajı vs. bizzat terör eylemi olarak adlandırılabiliyor. İktidar sahiplerinin gaddarlığı ve gözü dönmüşlüğü kadar düşüncesizliklerini ve seviyesizliklerini de ortaya koyan bu son faslı dışarıda bırakarak konuşalım. Lafa terör, konuşana-yazana terörist denmesi, cehaletten, yerleşik önyargılardan yararlanılarak oynanan hükmetme oyununun düzenbazlıktan ibaret parçası. Fakat öbür fasıl öyle değil. Burada daha bilinçli ve hesaplı bir politika var. Ve bu politika bugünün muktedirlerine ait değil. Evvelsi gün daha çok “eşkiya” tâbiriyle yetiniliyordu, dün buna “şehir eşkiyası” ve “anarşist” eklendi, bugün “terörist” ve “terör” hepsinin birden yerini tutabiliyor, ihtiyacı karşılıyor. Nedir bu ihtiyaç? Sözünü işittirebilmek veya taleplerini kabul ettirebilmek için şiddete başvuranların talebi ve sözü olduğu gerçeğini saklamak. Çünkü talep ve söz, maazallah, başkalarınca haklı veya meşru bulunabilir, destek görebilir. Oysa mesele şiddet eylemi bahsiyle sınırlı tutulabilirse, arkasındaki siyasî, etnik, dinî, mezhepsel… vs. her türlü toplumsal sebep tartışma dışı bırakılabilir. “Terör örgütü diyor musun demiyor musun!” zorlamasının böylesine elzem sınav haline getirilişinin gerisinde bu egemen-muktedir düzeneği yatıyor.

Peki, varlığı ve hedefleri siyasî içerik taşıdığında bir örgütün eylemleri kendilerini terör damgasından baştan kurtarmış mı olurlar? Elbette hayır. Büyükşehrin işlek caddesindeki otobüs durağında bomba patlatırsan bu terör eyleminin feriştahıdır. Ya da bazen, sırf zamanlaması bile bir eylemi siyasî içerikli şiddet eylemi olmaktan çıkarıp onu terör eylemi kimliğine büründürebilir.

Ölçü ne? Terör eylemi, öncelikle, somut bir siyasî hedefe, talebe bağlanamayacak olan, doğrudan etkisi bütün topluma yayılan ve ilgili-ilgisiz herkesi dehşete düşüren, dehşete düşüreceği varsayılarak yapılan eylemdir. Hedeflenen, şu ikisinden biridir: (1) Dehşete düşürme tesiriyle, kurbanlar -ki terör eylemi sözkonusuysa bu pratik olarak “herkes” demektir- irade ve güç kaybına uğrayacak, pasifleşecek, çaresizlik duygusuna kapılacak, çünkü yaşantılarının kendi güçleriyle başa çıkamayacakları, karanlık, erişilmez birilerince tehdit edildiğini hissedeceklerdir ve kendilerini bu durumdan kurtaracak bir olumlu fail arayacaklardır. Yönetenlerin, muktedirlerin, devletlerin düzenlediği terör eylemleri bu kapsamda ele alınabilir. (2) Eylem aslında doğrudan geniş toplumu hedef almaz, güçsüz göstermek, yönetemez kılmak istenen “düşman”a yöneliktir. Toplumun dehşete düşürülmesiyle sağlanacak genel tekinsizlik havasını sürdürülemez -dolayısıyla yöneteni zor yönetir- kılmak, onun çıkarlarını bozmak, böylece onu pazarlığa zorlamak, bu tür eylemlerin tekrarından umulan görece uzun vadeli hedeftir. Burada toplumun bozulacak ve onu pek çok şeyi kabullenmeye hazır hale getirecek hissiyatı bir yan-üründür ve öncelikle hesaba katılmaz. Devletlerle silahlı mücadeleye, savaşa giren örgütlerin eylemleri de bu ikinci grupta ele alınabilir.

Elbette bu konuyu daha somut örnekler üzerinden de konuşmalıyız. Ama bunu yapamıyoruz, çünkü diyelim bir silahlı örgütün resmî görevlilere yönelik eylemine “terör eylemi değildir” dersek bu eylemi onaylamış konuma düşürülüyoruz, suçlu hale geliyoruz. Oysa devletin silahlı güçlerine karşı yapılan eylem, cinayet olabilir, katliam olabilir, korkunç, feci vs… olabilir, fakat kategorik olarak terör eylemi sayılmayabilir. Terör konusundaki devlet tavrı, her türlü baskıcı rejime faşist denmesini âdetâ mecbur tutan muhalif yaklaşımlara benzer. Faşist olmayan bir baskıcı rejim, bütün faşist rejimlerden daha gaddar, daha feci olabilir. Ama “o faşist değil, askerî dikta” falan dediğinizde size onun suçlarını hafifletiyormuşsunuz muamelesi yapılır. Terör konusunda da -elbette öbüründeki kadar câhilâne-sâfiyâne sebeplerle değil- devlet yetkililerinin, düzeni sahiplenmiş siyasetçilerin tutumları böyle. Cinayet, katliam vs. denmesi kesmez, ille terör denmesini isterler. Burada bir maksat vardır. İnsan hayatına kastedenlerin eyleminin kınanması ve reddedilmesi onlar için yeterli değildir, sizi kendi politikalarının taşıyıcısı kılmaya çalışırlar, yerdeki kurbanların kanlarıyla gözlerinizi boyayarak.

Bahsettiğim iki grup eylemi de yakından tanıyan bir toplumuz ne yazık ki. Bu yüzden, herhangi bir terör eylemi karşısında -kimbilir kaçıncı defa- kapıldığımız umutsuzluk sözkonusu eylem kadar sarsıcı olabiliyor. Neredeyse hiçbir zaman eylemi kimin niçin yaptığından emin olamıyoruz. Ve daha korkuncu, bizi bunlardan koruması gerekenlerin bu işlerin neresinde olduğuna dair şüpheden asla kurtulamıyoruz. Bazılarımız için hayat güzel ve rahat: Şimdiye kadar gözümüzün içine baka baka bize kırk defa yalan söylemiş yetkililerin papağanı kisvesine bürünüyor, onların omzuna konup bildik lafları tekrarlayarak, en ufak samimiyet kırıntısı taşımayan, sahtekârca lanetleme gösterilerine katılıyoruz. Bazılarımız da, duygularını hakikat yerine geçirerek, fantastik ihtimaller üretiyor, bunların arkasına sığınarak dehşet fırtınasından bedenimizi sakınmaya çabalıyoruz. Bedenimizi sakınabilsek de, zihnimizi koruyamıyoruz, sert rüzgâr bütün aklımızı mantığımızı o duvardan bu duvara çarparak paramparça ediyor.

İstiklâl Caddesi’ndeki eylem, eksiksiz gediksiz terör eylemi. Ardından yaşananlarsa, muktedirlerin bizi sadece baskı altına almaktan değil aptal yerine koymaktan da bir türlü vazgeçmeyeceklerinin işareti.

Herhangi bir kanlı komplo planlayacak -gayet tecrübeli!- insanlar şu soruları kanlı cesetler misâli ortalık yerde bırakıyorlarsa, varabileceğimiz yegâne hüküm, bizi güçsüz salaklar olarak gördükleridir: Kimdir o yakalanan kadın? “PKK tarafından istihbaratçı olarak yetiştirilmiş” ne demek? Bomba koyup caddede koşmayı, böylece, hani olur da, kameralara tam yakalanmamışsa göze batmayı garantilemeyi mi öğretmişler bu eğitimde? Afrin’den “giriş yapmış”!? Nasıl yani? Afrin’de TSK denetimindeki örgütler cirit atıyor. Hattâ birbirlerine de atıyorlar. Bu kadın Kürt de değil, Arap; yani normal yoldan gelse başına iş açılmaz; neden Afrin? Peki ya, terlikleriyle, korkudan büzüşmüş haldeki fotoğrafını dağıtıp, senaryoya inanmaya gönüllü insanlara bile “bu muymuş?” dedirtmelerini nasıl değerlendirmeliyiz? Nasıl yakalandı bu kadın şıp diye? Düşünelim: Patlamadan sonraki kargaşada Beyoğlu ara sokaklarından birine girip, üstünde başında azıcık değişiklik yapıp kendini kalabalığın içinde kaybettirmesi imkânsız mı “yetiştirilmiş istihbaratçı”nın?

Bunları uzatmayacağım. Herkes bu soruları daha da zenginleştirerek artırıyor zaten. Fakat böyle soruların ortada dolaşmasının “terör” tesirini hatırlatacağım: Bütün toplumu sarsan terör (dehşet) tesirini ilk anda azaltabilecek, zamanla giderebilecek en önemli etken, ancak yönetenlerin yaratabileceği güven ve insanların kendi aralarında oluşturabilecekleri dayanışma ortamları. Biz, sadece bize güven aşılaması gerekenlere güvenememekle, şoku atlatma, kendimize gelme konusunda en doğrudan, en etkili yardım ve destekten yoksun bırakılmakla kalmıyoruz. İlk andan itibaren, “Kim bu işin içinde ne kadar var?” sorusuyla cebelleşiyoruz. Sayısız örnek yaşadık. Ertesi gün bomba koyacak adama otel ziyareti yapıldı. Tâ bilmemnereden ülkenin başkentine bombalar, intihar eylemcileri taşındı. Eylemcilerin kimliği ortadayken “kokteyl terör” palavralarıyla, acımasızca haysiyetimizle oynandı. İktidar uğruna kana boyanmadık yer kalmadı. Dolayısıyla, bizzat terör eylemlerini önlemesi, bizi koruması gerekenler arasından birilerinin bu işlerde rolü olabileceğinden, cümlemize karşı kanlı komplolar kurulmuş olabileceğinden şüphelenirken, ne iyileşmemiz mümkün ne sağlıklı düşünebilmemiz davranabilmemiz. Ruh hastalıklarımıza yenileri katılıyor.

Ve gelelim son hadiseyi iyice çetrefilli kılan olguya. PKK, kendi ölçülerinde hayli çabuk tepki göstererek, eylemin sorumluluğunu reddetti, “Biz yapmadık,” dedi.

Şimdiye kadar, doğrudan üstlenmese de PKK’ye mal edilen, mal edilmesi mâkûl görünen veya görünmeyen, bu örgütün TAK kimliğiyle üstlendiği, önce üstlenip sonra vazgeçtiği… bir dizi eyleme şahit -ya da hedef- olduk. Bazı PKK eylemlerinin zamanlamalarının pek “kötü tesadüf”ler yaratmış oluşu, hâlâ aydınlatılamamış sırlardan. Örgütün çeşitli açıklamalarından anlayabildiğimiz kadarıyla, kendi başına hareket edebilen birtakım yerel unsurlar bazı karışıklıklara yolaçabiliyor. Ve genel olarak, örgüt merkezi, kendi direktifiyle gerçekleştirilmemiş olsa bile özerk birimlerinin eylemlerini reddetmemeyi yeğliyor. Bazı eylemlerdeyse “devletin yapıp örgütün üzerine attığı” ileri sürülüyor ki, biz sıradan fânilerin bu iddiaların doğruluğunu-yanlışlığını sınama şansımız elbette yok. Çünkü örgüt, kendisi için “onlar böyle şey yapmaz” denmesi imkânını bizzat yok etti. Kezâ devlet içinden birilerinin devlete karşı yapılmış gözüken herhangi bir işe asla karışmayacağına kafadan inanmak için de, ortalamamızın çok üzerinde dangalak olmamız gerekir.

Mâkûl olup, “Şu anda PKK, göğsünde New York yazılı eflatun tişörtüyle koşup akşamına da evinde yakalanan bir Arap kadın eliyle İstiklâl Caddesi’nde niye bomba patlatsın?” sorusunu sorarsak, mâkûl cevap bulmamız kolay olmayacaktır. İçişleri Bakanı'nın ağzından eylemin gerisindeki meşum karanlık güç olarak ABD’nin (!?) açıkça tanımlandığı, bomba lafını duyan çok kişinin ilk tepkisinin “ha, tabiî, seçim yaklaşıyor ya!” olduğu, şimdiye kadarki benzer hadiselerde eylemin “getirisi”nden vazgeçmeden önce epey oyalanan PKK’nin çabucak “biz yapmadık” açıklaması yaptığı ortamda işin içinden çıkmamız kolay olmayacak. Ve bir defa daha sahici terörün sonuçlarıyla yüz yüze kalacağız. Yayılan dehşetin soyutluğu, onun elle tutulur, gözle görülür hale gelmesini, tesirinin somut araçlarla giderilmesini engelliyor.

Mecburen yerli-millî geleneklerimizin yol göstericiliğine başvuracağız. O yol da işte, 7 Haziran Parkı’ndan 1 Kasım Mağarası’na uzanıyor. Belki bu sefer yemeyiz de, ergenlikten yetişkinliğe adım atarız.